4.Ders

Emanet

Risale

Sadeleştirilmiş 30.Söz Sayfa 650-655


Metni Pdf Olarak İndirmek İçin Tıklayınız

Kâinatın Tılsımını Keşfeden Kur’an-ı Hakîm’in Mühim Bir Sırrını Çözen

Otuzuncu Söz

Ene[1] ve Zerre’yi ifade eden bir “elif” ve bir “nokta”dır.

: | |

Bu Söz iki “Maksat”tan oluşur. Birinci Maksat “ene”nin mahiyetinden ve neticesinden, İkinci Maksat ise “zerre”nin hareket ve vazifelerinden bahseder.

Birinci Maksat

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا اْلاِنْسَانُ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً [2]

Şu ayetin büyük hazinesinden tek bir cevherine işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Göklerin, yerin, dağların yüklenmekten çekindiği ve korktuğu emanetin mânâlarından, yönlerinden biri “ene”, yani benliktir. Evet, “ene” hem Hazreti Âdem zamanından şimdiye kadar insanlık âleminin etrafına dal budak salan nuranî bir tûba ağacının hem de müthiş bir zakkum ağacının çekirdeğidir. Bu büyük hakikati anlatmaya başlamadan önce onu anlamayı kolaylaştıracak bir giriş yapacağız. Şöyle ki:

Benlik, Cenâb-ı Hakk’ın gizli birer hazine hükmündeki isimlerinin anahtarı olduğu gibi, kâinatın muğlâk tılsımının da anahtarıdır, çözülmesi zor bir muamma ve hayret verici bir sırdır. İşte garip bir muamma, tuhaf bir sır olan benlik, mahiyetinin bilinmesiyle açılır ve kâinatın tılsımını çözer, vücûb âleminin[3] hazinelerini de açar. Bu meseleye dair Şemme isminde Arapça bir risalemde şöyle demiştik: Âlemin anahtarı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinatın kapıları görünüşte açık olsa da hakikatte kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emanet olarak insana “ene” adında öyle bir anahtar vermiştir ki, âlemin bütün kapılarını açar; öyle tılsımlıdır ki, insan kâinatın Yaratıcısının gizli hazinelerini onunla keşfeder. Fakat benlik de gayet kapalı bir muamma ve çözülmesi zor bir tılsımdır. Eğer onun hakiki mahiyeti ve yaratılış sırrı bilinirse kendisi açıldığı gibi kâinat da açılır. Şöyle ki:

Soru: Cenâb-ı Hakk’ın sıfat ve isimlerinin bilinmesi niçin benliğe bağlıdır?

Cevap: Çünkü mutlak ve kuşatıcı bir şeyin sınırı ve sonu olmadığı için ona bir suret biçilemez, şekli belirlenemez, mahiyetinin ne olduğu anlaşılmaz. Mesela karanlık olmadan daimî bir ışık bilinmez, fark edilmez. O ışığın varlığı ancak hakiki veya farazi bir karanlık çizgi çekince anlaşılır. İşte Cenâb-ı Hakk’ın ilim ve kudret gibi sıfatları, Hakîm ve Rahîm gibi isimleri her şeyi kuşattığı, sonsuz ve ortaksız olduğu için haklarında hüküm verilemez, mahiyetleri bilinmez ve hissedilmez. Öyleyse hakiki sonları ve sınırları olmadığından, onlara farazi birer sınır çizmek gerekir. Bunu da insanın benliği yapar. Kendinde bir rubûbiyet vehmeder, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim olduğunu varsayar ve bir sınır çizer. Böylece Cenâb-ı Hakk’ın her şeyi kuşatan sıfatlarına farazi bir sınır koymuş olur. “Buraya kadar benim, sonrası O’nundur.” diyerek bir ayrım yapar. Kendindeki ölçücüklerle o sıfatların mahiyetini yavaş yavaş anlar.

Mesela mülk dairesinde, kendisinde bulunduğunu varsaydığı idaresi, rubûbiyeti sayesinde Hâlık’ının mümkinat[4] dairesindeki rubûbiyetini anlar. Görünüşte sahip olduğu şeylerle Hâlık’ının hakiki mâlikliğini bilir. “Ben bu eve sahip olduğum gibi, Hâlıkım da şu kâinatın sahibidir.” der ve sınırlı ilmiyle O’nun ilmini tanır, çalışarak elde ettiği sanatçığıyla o Sâni-i Zülcelâl’in eşsiz sanatını anlar. Mesela, “Ben bu evi nasıl yapıp düzenlediysem, şu dünyayı da bir Zât yapmış ve düzene koymuştur.” der. Bunlar gibi başka örnekleri de düşünebilirsin. Cenâb-ı Hakk’ın bütün sıfat ve icraatlarını bir derece bildirecek, gösterecek binlerce esrarlı hal, sıfat ve hissiyat insanın benliğinde saklıdır.

Demek, benlik bir ayna gibidir, bir ölçü birimidir. Varlığın sırrını ortaya çıkaran bir âlet ve Yaratıcısına işaret eden bir mânâdır. Kendi varlığını değil, başka bir Zât’ı gösteren, insanın varlığının kalın ipinden şuurlu bir tel, mahiyetinin elbisesinden ince bir ip ve şahsiyetinin kitabından bir “elif”tir ki, o elif’in iki yüzü var. Biri, hayra ve varlığa bakar. Benlik, bu yüzüyle yalnız feyz alabilir, vereni kabul eder, kendisi bir şey var edemez. Bu yüzde fail değildir, bir şey yaratma hususunda eli kısadır.[5]

Benliğin diğer yüzü ise şerre bakar ve yokluğa gider. Bu yüzüyle o, faildir; yapıp ettikleri kendi eseridir.[6] Hem mahiyeti başkasının varlığını, mânâsını gösterir. Rubûbiyeti hayalîdir. Varlığı o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendisi hiçbir yükü taşıyamaz, hiçbir şeyi yüklenemez. Belki eşyanın derecelerini ve miktarlarını bildiren, hava durumunu ve sıcaklığı ölçen âletler gibi bir vasıtadır; Vâcibü’l Vücud’un[7] mutlak, kuşatıcı ve sonsuz sıfatlarını bildirir.

işte mahiyetini bu şekilde bilen, anlayan ve ona göre hareket eden, قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا[8] ayetindeki müjedeye erişir. Emanetin gereğini hakkıyla yerine getirir ve benliğinin dürbünüyle kâinatın ne olduğunu, ne vazife gördüğünü anlar. Dış dünyaya ait bilgiler nefsine geldiği vakit, benliğinde bir tasdik edici görür. O ilimler, nur ve hikmet olarak kalır; karanlığa gömülmez, gayesiz ve beyhude hale gelmez. Ne zaman ki benlik vazifesini bu şekilde yerine getirir, o zaman birer ölçü birimi olan sözde rubûbiyetini ve varsaydığı mâlikiyetini terk eder.

الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ[9] لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَلَهُ [10]

der, hakiki kulluğunu takınır. Yaratılışın en güzel sureti olan “ahsen-i takvim”[11] makamına çıkar.

Eğer benlik, yaratılış hikmetini unutup fıtrî vazifesini terk ederek kendine mânâ-yı ismiyle baksa, yani Sahibini, Yaratıcısını değil sadece kendi mânâsını bildirse, kendi kendine mâlik olduğuna inansa, vakit emanete ihanet eder, قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا[12] ayetinde işarette bulunan kimselerden olur. İşte bütün şirkleri, şerleri ve dalâletleri doğuran benliğin bu hususiyetinden dolayı gökler, yeryüzü ve dağlar dehşete düşmüş, bir şirk ihtimalinden korkmuştur. Evet, benlik ince bir elif, bir tel, farazi bir hat iken, mahiyeti bilinmezse bir toprak örtüsü altında büyür, gittikçe kalınlaşır. İnsanın varlığının her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi onu yutar. İnsan her şeyiyle, bütün latifeleriyle âdeta bir benlik olur.[13] Sonra insanlığın enaniyeti de kendi türünü ve milletini müdafaa etmek için o benliğe kuvvet verir. Benlik, bütün insanlığın enaniyetine dayanarak şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâl’in emirlerine karşı gelir.[14] Ardından kendini bir ölçü bilerek herkesi, hatta her şeyi kendisiyle kıyaslayıp Cenâb-ı Hakk’ın mülkünü onlara ve sebeplere bölüştürür. Gayet büyük bir şirke düşer, اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ [15] ayetinin mânâsını gösterir. Evet, nasıl ki devlet hazinesine ait maldan kırk para çalan bir adam, ancak onu gören bütün arkadaşlarının birer dirhem[16] almasını kabul ile bunu hazmedebilir. Aynen öyle de, “Ben kendime mâlikim.” diyen insan, “Her şey kendine mâliktir.” demeye ve buna inanmaya mecburdur

İşte benlik, şu haince vaziyetteyken insan mutlak bir cehalet içindedir. Binlerce ilme sahip olsa bile, bilmediğini de bilmeyen tam bir cahildir. Çünkü duyguları ve fikirleri kâinattaki marifet[17] nurlarını görüp hissettiği vakit, nefsinde onları tasdik edecek, aydınlatacak ve devam ettirecek bir destek bulamadığı için o nurlar söner. Görüp hissetiği her şey, nefsindeki renklere boyanır. Hikmetin ta kendisi olsa nefsinde tamamen abes, gayesiz bir suret alır. Çünkü şu haldeki benliğin rengi şirktir, Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak delillerle dolsa da benlikteki karanlık bir nokta onları söndürür, göze göstermez.[18] On Birinci Söz’de insanın mahiyetinin ve mahiyetindeki benliğin –Yaratıcısını gösteren yönüyle– ne kadar hassas bir mizan, doğru bir ölçek, kuşatıcı bir fihrist, mükemmel bir harita, her şeyi gösteren bir ayna, kâinatın güzel bir takvimi ve küçük bir programı olduğu kesin bir şekilde, etraflıca izah edilmiştir. Ona bakabilirsin. O Söz’deki izahlarla yetinerek kısa kesiyor ve bu girişe son veriyoruz. Eğer bu kısmı anladıysan gel, hakikate geçiyoruz

İşte bak, Hazreti Âdem zamanından şimdiye kadar iki büyük cereyan, iki fikir silsilesi her tarafta, insanlığın her tabakasında dal budak salmış iki büyük ağaç hükmündedir: Bunlardan biri, peygamberlerin kılavuzluğundaki dinler; diğeri ise felsefe silsilesidir. Böyle gelmiş, gidiyor. Bu iki silsile ne zaman uyum içinde, birlikte yürümüşse yani felsefeciler ne zaman din dairesine girerek dinin emirlerine uyup ona hizmet etmişlerse, insanlık parlak bir saadet devri geçirmiştir. Ne zaman bu iki silsile ayrı gitmişse bütün hayır ve nur, peygamberler silsilesinin ve dinin tarafına toplanmış; şer ve dalâlet ise felsefenin etrafında birikmiştir. Şimdi bu iki silsilenin kaynaklarını ve esaslarını bulmalıyız.

İşte dini tanımayan felsefe, bir zakkum ağacı suretini alıp etrafına şirk ve dalâlet karanlığını dağıtır. Hatta o ağaç, fikir ve mantık dalında, âlemin ezelî ve ebedî olduğunu öne sürüp ahireti inkâr edenleri, maddecileri, tabiatçıları meyve vermiş, bu fikirleri beşerin aklına sokmuştur. Öfke hissinin bulunduğu dalıyla Nemrutları, Firavunları, Şeddadları[19]Haşiye insanlığın başına musallat etmiştir. Şehvanî ve hayvanî arzuların dalında bâtıl ilahları, putları ve ulûhiyet dava edenleri yetiştirmiştir. Kulluğun bir tûba ağacı hükmünde olan peygamberlik silsilesinin yeryüzü bahçesindeki mübarek dalları ise akıl ve kalb bütünlüğü neticesinde peygamberleri, velileri ve sıddıkları meyve verdiği gibi, nizam ve adalet duygusuyla âdil hâkimleri, melek gibi melikleri yetiştirmiştir. Cazibesiyle, iç güzelliği, ismetli[20] suret güzelliği, cömertliği ve keremiyle meşhur zâtların ortaya çıkmasını sağlamış ve insanın nasıl şu kâinatın en mükemmel meyvesi olduğunu göstermiştir. O zakkum ve tûba ağaçlarının kökleri benliğin iki yüzündedir. İşte o iki ağaca kök ve esaslı bir çekirdek olan benliğin iki yüzünü tarif edeceğiz. Şöyle ki:...

Pırlanta

Sonsuz Nur-1 Sayfa 193-196


Metni Pdf Olarak İndirmek İçin Tıklayınız

EMANET-EMİN OLMAK

: | |

Peygamberlere ait ikinci sıfat, emanet sıfatıdır. Bu kelime Arapça olup, iman ile aynı kökten gelir. “Mü’min” inanan ve emniyet telkin eden insan demektir. Peygamberler, mü’min olarak zirve insan oldukları gibi, emin olma, emniyet telkin etmede de en baştadırlar. Kur’ân-ı Kerim, onların bu sıfatlarına birçok âyette işaret eder. Şimdi bunlardan birkaçını arz edelim:

كَذَّبَتْ قَوْمُ نُوحٍ الْمُرْسَلِينَ * إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ نُوحٌ أَلَا تَتَّقُونَ * إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ * فَاتَّقُوا اللهَ وَأَطِيعُونِ

Nuh, kavmine şöyle diyor: Hâlâ ittika edip sakınmayacak mısınız? Ben emniyet telkin eden, emanet sıfatı olan, hıyanete tenezzül etmeyen bir elçiyim. İşte bu âyette bir peygamberin dilinden, peygamberliğe ait bu “emanet” sıfatı dile getirilmektedir. Keza:

“Nuh kavmi de peygamberlerini yalancılıkla itham etti. Hani kardeşleri Nuh onlara şöyle demişti: (Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.”[21]

كَذَّبَتْ عَادٌ الْمُرْسَلِينَ * إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ هُودٌ أَلَا تَتَّقُونَ * إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ

“Ad kavmi de peygamberlerini yalancılıkla itham etti. Hani kardeşleri Hud onlara şöyle demişti: (Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.”[22] ve:

كَذَّبَتْ ثَمُودُ الْمُرْسَلِينَ * إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ صَالِحٌ أَلَا تَتَّقُونَ * إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ

“Semûd (kavmi) de peygamberlerini yalancılıkla itham etti. Hani kardeşleri Salih onlara şöyle demişti: (Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.” [23] Keza:

كَذَّبَتْ قَوْمُ لُوطٍ الْمُرْسَلِينَ * إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ لُوطٌ أَلَا تَتَّقُونَ * إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ

“Lut kavmi de, peygamberlerini yalancılıkla itham etti. Hani kardeşleri Lut, onlara şöyle demişti: (Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.”[24]

Konuyla alâkalı âyetleri çoğaltmak mümkündür. Bu arada işârî mânâsıyla emniyet ve emaneti anlatan daha birçok âyet vardır ki, biz, bir fikir vermek için zikrettiklerimizle yetinmek istiyoruz.

Mü’min”, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden biri olduğu gibi, aynı zamanda O’na inananların da en önemli isimlerindendir. Allah’a (celle celâluhu) niçin “Mü’min” denir? Çünkü O, güven kaynağıdır. Bize güveni veren de O’dur. Bize, damla damla veya şelâleler hâlinde güven hep O’ndan gelir. Peygamberleri güvenli kılan ve onları emniyet sıfatıyla serfiraz eden de yine O’dur. Öyle ise, emniyet, güven, emanet ve iman dediğimiz mesele, bizi peygamberlere ve önemli bir ölçüde peygamberleri de Allah’a bağlar. Nihayet topyekün bu bağlılık bizi Hâlık-mahluk münasebetine götürür. Bütün bu mânâlar, emanet kelimesinin iştikakında mevcut olan mânâlardır ve zaten mevzuun bir önemli yönü de, bu münasebeti kavramaktır.

Peygamberlerin ve Peygamberimiz’in en önemli sıfatı emanet olduğu gibi, Cibril-i Emîn’in de en önemli vasfı yine emanettir. Kur’ân onu bize şöyle anlatır: مُطَاعٍ ثَمَّ أَمِينٍ “O, kendisine uyulan, emîn bir elçidir.”[25] Evet, Cibril, Allah’a (celle celâluhu) itaatkâr ve O’nun nezdinde ihraz ettiği vazife itibarıyla da güvenilir bir elçidir. İşte Kur’ân da bize bu güvenilirler kaynağından gelmiştir. Allah “Mü’min”dir. O’nun beyanı emniyet telkin eden bir beyandır. Kur’ân, Allah’ın emin dediği Cibril vasıtasıyla gelmiştir. Ve yine bu Kur’ân, O Emin Peygamber’e ve O’nun emniyeti ihraz etmeye namzet kudsîler topluluğu ümmetine indirilmiştir..

Kur’ân-ı Kerim’den herkes derecesine göre mutlaka istifade etmiştir. Cibril de bu istifade edenler arasındadır. Bir gün kendisi Allah Resûlü’ne şöyle demiştir: “Allah (celle celâluhu) Kur’ân’ında benim için “Emîn” ifadesini kullanıncaya kadar akıbetimden endişe içindeydim. Bu ifadeyi duyduktan sonra iliklerime kadar emniyetle doldum...”[26]